29.2.12

Telefonunuza/ajandanıza/aynaya kırmızı rujunuzla not edin

Bu hafta sonu, Cumartesi ve Pazar günü, saat 13:00-18:00 arasında, hepinizi Sephora Astoria'ya bekliyorum. 'Make Up Your Mind Beauty Weekend'in ilk bölümü, bu hafta sonu başlıyor!!! Makyaj çantanızı yanınızda getirmeyi unutmayın.

'Tutumlu' makyaj






Into The Gloss'un yaratıcısı Emily Weiss'ın yüzüne aşina olmanız büyük ihtimal, zira kendisi birçok kozmetik markası için 'kıpkısacık filmler' hazırlıyor. Blogunda ise kendi makyaj rutinini adım adım gösteren bir video yayınlamış. Sabah kalkıp makyajsız cildiyle ayna karşısına kuruluyor ve başlıyor çalışmaya... Videoyu seyrederken Weiss'ın baz, kapatıcı, fondöten ve Benefit Benetint'ten ne kadar az kullandığına dikkat edin lütfen. Yüzünüze fondöten ya da kapatıcı sürerken, 1 ya da 2 'pump' sıkmanız yeter. Daha fazlası makyajınızın bir tabaka gibi görünmesini sağlar.


İyi seyirler 10dakika'cılar!

28.2.12

Milan Part II






























Bir çeşit 'Godfather' gibi düşünün siz onu. Milan'ı yani... Aslında kendisini illa bir filme benzeteceksek Prada'nın şu hemen üstteki cesur hareketini hesaba katarak 'Neon Swan' diyebiliriz. (Filmin adı oydu değil mi... ha ha, evet...)

Upuzun, dümdüz, ekstra parlatılmış ombre saçlar... Neon turuncu kaşlar. Siyah, mor ve buz beyazının yardımıyla vahşi bir kuşu kıskandıran gözler. Sokağa böyle çıkmanızı beklemiyorum (ya da bilmiyorum, neden beklemeyeyim ki), ama makyaj konusunda ilham almak için malzeme aradığınız bir dönemdeyseniz, bundan daha artistik, daha Miuccia-vari bir şey bulamazsınız.




































Pucci'de ise kendi etrafımızda 180 derecelik bir dönüş yaparak vahşi rüzgarımızı bir kenara bırakıyoruz ve kaşlarımızı tarayarak sakinleşiyoruz. Bu jelle tarandıktan sonra spreyle sabitlenen (adeta saç muamelesi gören) kaşlar konusunda biraz kararsızım. Etkileyicilik ve iticilik konusunda kesişebiliyorlar. Aynı kümeler gibi...

Ara not: Model bize bakmadığında daha mı güzel görünüyor ne?...































































Roberto Cavalli'deki şu makyaj beni çok heyecanlandırdı. İşte makyaj budur. O göz pınarındaki Peridot rengi (Peridot ve yeşil altın renk olarak birbirine çok yakın bir yerlerde), kaş kemiğine doğru yol alan satüre mor, ve alt kirpik çizgisine yerleşmiş o yeşil!!! Bu makyajı da tavuskuşları kıskanır mesela. Kuzguni siyah saçlarıyla da beni kıskandıran en alttaki modelden gözlerimi alamıyorum. Bu makyajı biraz daha basitleştirebilir, üst kirpik hizasına mor, alt kirpik hizasına yeşil çekerek (hele bir de kahverengi ya da siyahsa) gözlerinizi iyice ortaya çıkarabilirsiniz. Lacivert ve yeşilin de güzel bir ikili olduğunu söylemeliyim. Mücevher renkleri... Safir ve zümrüt.


































Dolce&Gabbana ile bir kere daha sakinleşiyoruz. Derin derin nefesler alıyoruz. Sonra da veriyoruz. Kendimizi limon ağaçlarıyla bezeli bir İtalyan kasabasında buluyoruz. Biraz Sophia (Loren) biraz Monica (Bellucci ya da belki Vitti)'yiz. Pembeyiz. Ama neon pembe değil. Tenle birebir uyumlu, içinde kahverengi tınılar taşıyan, kadınsı bir pembe.
































Sonra karanlık tarafımız yeniden hortluyor ve kendimizi Versace defilesinde buluyoruz. Göz kapaklarımızı hırs ve karanlık bürümüş. Neyse ki o sevimli kâküllerimiz var. Kaşlarımız ise ortada görünmüyor. Bir süreliğine 'aradığımız kaşlarımıza ulaşılamıyor'. Bu kadar yoğun bir göz makyajıyla belki de böylesi daha iyi.

































Fendi, kaşa faça atıyor. Grinin en açık tonuyla, sanki 'bir arkadaşınız duvarını bu sofistike ve mesafeli renge boyarken dayanamayıp size de bulaştırmış' havasında yapıyor bunu. Ben bu görüntüye bayıldım. Yapar mıyım? O başka mesele. Bu arada geçtiğimiz sezonun örgüsünün 'ıslak saç' versiyonuyla yeniden karşımızda olduğunu fark ettiniz herhalde...

































Raf Simons'un göz yaşartıcı bomba (ya da bilenleriniz bilir, Sulugöz ciklet) edasındaki vedasının fotoğrafları tüm bloglarda paylaşılırken, biz Jil Sander kadınının bir bahar meyvesini andıran dudaklarına odaklanalım. Tenin geri kalanını tertemiz bırakalım, hiç ellemeyelim ki Raf kızmasın. Saçları da 'a la Gwyneth' (Oscar'a katılan fit ve hip elf görüntüsü) at kuyruğu yapalım. Kulakların hemen üzerinden o at kuyruğunu azıcık hırpalamaya ve saçın o bölgesini hafifçe bollaştırmaya özen gösterelim.
































Bir başka favorim de Marni. Pembe, yalnızca taze bir renk vermek için değil kemik yapısını belirginleştiren gölgeler yaratmak için de kullanıldı Sonbahar/Kış 2012 defilelerinde. Bu pembe, Dolce&Gabbana'daki skalanın aksine, biraz daha turanj ve canlı. Ama asla neon değil, pop değil. Kim ne derse desin, gözün hemen üzerine düşen, yoğun bir perçemin tüm dikkati göze çektiğine, kadınsı ve seksi bir görünüm yarattığına inanıyorum ben.
































Missoni'de ise bir tek saçı beğenebildim. Parçalara ayrılmış, sanki iç içe geçmiş gibi duran bu saçı sevdim. 'Saç parsellemek' böyle bir şey olsa gerek...



27.2.12

Marcel Nars





NARS'ın buruşuk suratlı fotomodeli Marcel, aramızdan ayrılmış. Kendisinin müthiş bir resmi benim de banyomda asılı. Web sitesinde dört ayaklı çocuğu Marcel için özel bir bölüm yaratan François ve ekibi bana bir kere daha şunu düşündürdü: Köpekleri arkadaş kabul eden, o kafayla hareket eden her markanın hem makyaj çantamda hem de başımın üzerinde yeri var.




26.2.12

'Eh', 'fena değil', 'hmmm', 'güzel ya...' gibi sönük yorumlarla şenlendirdiğimiz bir Oscar gecesinin ardından...































10 dakika'da saç/makyaj konusunu masaya yatırıyoruz bir kere daha. 84. Oscar Ödül Töreni, orta karar bir geceydi. Hep bir 'ama', hep bir tereddüt, hep bir isteksizlik vardı, Hollywood aktörleri ve biz ekran başındakiler açısından... Fazla uzatmadan haşin yorumlarımıza başlayalım.


Angelina Jolie'nin bu küstah, bu kendine fazlasıyla güvenen hallerini (nedense bu seneki törende daha da umursamaz ve her şeyin üzerinde bir tavır sergiliyordu) çekilmez bulduğum için şu üstte gördüğünüz kusursuzluğa şapka çıkaramayacağım. Evet, her şey yerli yerinde. Ama bir başka şey de var ki insana kafasını çevirtiyor.






























Bérénice Bejo'nun yeni saç rengi (bakınız üstte), 'En İyi Kadın Oyuncu' adayı Viola Davis tarafından da benimsenmişti. Umarım bu gereksiz çaba, bir film içindir. 'The Artist'de beni güzelliğiyle de etkileyen Bejo'nun makyajını ekranda, fotoğraflarda olduğundan daha çok beğenmekle birlikte... bu saçı anlayamadım. Ne modelini ne de rengini...
































Cameron Diaz'ı da biraz ne yapacağını şaşırmış hallerde buldum kırmızı halıda. Sanki saçı ve makyajı bitmeden terk etmiş otel odasını. Diaz, her zaman biraz savsak, pasaklı ve kaygısızdı ama bunu müthiş bir incelikle yapıyordu. Mavi gözlülerin siyah kalem kullanırken çok dikkatli olması gerekiyor. Bu da dipnot.































Mesela sarışın/mavi göz kategorisinin en başarılı isimlerinden Gwyneth Paltrow'a bakalım. Kendisi modern ve çarpıcı bir Tom Ford'un içinde parlıyordu resmen. Elbisesini geçelim, o elf taklidi yapan sivri kulaklarını saklama gereği duymamasına, önü sıkı, arkası bol, yine oldukça modern at kuyruğuna ve altın tonlarıyla yapılmış makyajına odaklanalım. Benim için gecenin en güzel kadınlarından biriydi. Üstelik bu kez, risk de almıştı. Bunu görmek hoştu.
































Jennifer Lopez, nam-ı diğer J.Lo. Onda Sophia Loren kırıntıları görüyorum. Her daim kadın, seksi ve gösterişli olmaya ant içmiş bir kişi kendisi. Şu üç 'yuvarlaklı', dairesel topuzları neden yapıyor, zaten yeterince güzel bir yüze ve vücuda sahip değil mi diye geçiriyorum içimden.
































Meryl Streep, 'En İyi Kadın Oyuncu' konuşmasının başında kocasına, hemen sonrasında ise makyörüne teşekkür etti. Kendisiyle 15 senedir birlikte çalışan makyörü, belli ki Meryl'in yüzünü artık çok iyi tanıyor. Işıl ışıl, porselen cildini ve o harika kemik yapısını ortaya çıkaran, sanki yokmuş gibi duran ama aslında gayet de var olan makyajını çok sevdim.































Michelle Williams. Kısa saçlarını çok beğeniyorum, çok seviyorum. Onu her ödül töreninde böyle görmekten çok sıkıldığımı söylemek zorundayım yine de. İsterdim ki o saçlarını belki daha farklı tarasın, bu sahte çocuk gülümsemesini silsin yüzünden, belki biraz daha eyeliner/rimel/far eklesin mönüye... Biraz daha farklı bir Michelle görmemize izin versin yani...
































Geniş kafa yapısının birçok şeye mani olduğunu düşündüğüm Natalie Portman'ın şu fotoğrafına bakınca makyajı konusunda her şeyin gayet yolunda olduğunu, öte yandan saçla ilgili bazı sorunlarımız olduğunu fark ediyorum. Belki de 'Closer'daki kâküllü, kulak hizasındaki saçlarına geri dönmeli.


































Penélope Cruz'un dünyanın en güzel kadınlarından biri olduğunu bize Woody Allen kanıtladı. Başka yönetmenler de kanıtladı. Kırmızı halı üzerinde takındığı (saç/makyaj/elbise) yaşlı tavrı anlayamıyorum. Sessizliğimi koruyorum.
































Rooney Mara. Kesinlikle törenin en güzel kadınlarından biriydi. O kadar taze, modern, net ama bir yandan da o kadar peri kılıklı bir görünüm yarattı ki kendine... Yarattı diyorum çünkü Mara'nın geçmişine uzanırsanız şu yukarıdaki fotoğrafa şaşırıp kalırsınız. Saç ve makyajın, silüetin, önden, arkadan ve gerekirse yandan güzel görünmesi mühim ve etkileyici bir şeydir. Mara'da durum buydu.
































Güzellik konusunda ikinci sırada benim için Rose Byrne var. Ona da şöyle hafif arkadan hafif yandan bakın, sonra da yandan yakın.































Sandra Bullock'un makyajına ise işte şu kadar yakından bakma şansına sahipsiniz. Ne mutlu size...

































'The Descendants'ın genç yıldızı Shailene Woodley'nin de bir şeyleri yanlış yaptığı kanısındayım. Filmde çok daha genç ve güzel görünüyordu. Bu saç ve makyajı fazla donuk, fazla olgun buldum. Giydiği, muhafazakar ama doğru vücutta bir o kadar seksi olabilecek Valentino Couture, krem rengi elbise de onun için doğru bir seçim değildi bence. Yanaklı bir genç kadın olarak makyajını da daha farklı yapabilir, boyut yaratarak kemik yapısını daha ince gösterebilirdi.































Yani sabahın ilk ışıklarına kadar (ve halen) beni bilgisayar başında alıkoyan Oscar Töreni'nin benim için saç ve makyaj galipleri Rooney Mara, Gwyneth Paltrow ve Meryl Streep. Gözlerim Charlize Theron ve Cate Blanchett'ı aradı. Onların mevcudiyetinde, durum farklı olabilirdi.

24.2.12

İstanbul'da da bir tane oluşu beni mest ediyor




























La Déesse, Nişantaşı Teşvikiye Caddesi üzerinde kapılarını açalı çok oldu ama ben bir türlü ziyaret etme fırsatını bulamamıştım. Bir de yeni açılan bir yere hemen pat diye gitmektense, o heyecanın dinmesini, markanın/mağazanın iyice oturmasını beklemeyi her zaman tercih ederim. Ilgım, Birgül (henüz sadece Birgül'le tanıştım aslında) ve bu iştahımı kabartan projeleriyle tanışmadan önce kafamda belirlediğim bir standart vardı: La Déesse'in Milano'da yaşadığım süre boyunca her hafta mutlaka ziyaret ettiğim Il Profumo kadar hoş bir yer olmasını ümit ediyordum. (Bu arada yolu Brera'ya düşenler, bu eski eczane dekorlu ama içi muhteşem parfümlerle dolu mağazayı mutlaka görmeli) Ne mutlu bana, artık bizim de niş bir parfüm butiğimiz olduğunu gururla ilan edebilirim!


Mesela bu dünya üzerinde bildiğiniz ne kadar seksi kadın varsa (hatta belki siz ve anneniz de bunlardan biridir) hepsinin bir dönem mutlaka kullandığı Fracas isimli bir kült parfüm vardır. Robert Piguet'nin sümbülteber ve yasemin etrafında döndürdüğü bu koku, haklı bir yer edinmiştir kendine. Onu biliyordum da benim meyve notalarıyla daha taze ama yine de bir o kadar seksi bulduğum Calypso'yla La Déesse'de tanıştım.


































Sonra esas Keiko Mecheri'den bahsetmek zorundayım. Japon minimalizmi işte böyle bir şey. Parfümün hiç kafa karıştırmadan, burnu yormadan, üç ya da dört nota etrafında, bugüne kadar hiç rastlanmamış bir yorumla ortaya çıkması. İnsanın başını döndürmesi (iyi anlamda, ağır geldiği için değil). Mecheri, parfüm koleksiyonunu yeniledi kısa bir süre önce. Daha oturaklı, daha şık, daha da özel hale getirdi. Mesela benim koklar koklamaz aşk yaşadığım Umé. İsmini mi daha çok sevdim yoksa kendini mi... Onu da bilemiyorum. Erik, kamelya ve sansaca'nın karışımı bu egzotik kokteyl, tüm Mecheri parfümleri gibi bir doz is ve duman da taşıyor. Hafif tütsülenmiş bir tazelik yani. Yummy!!!









Sonra Cuir Cordoba ve Isles Lointaines var. İsimlere dikkat! Cuir Cordoba güderi, zambak yağı (iris butter), sedir ve Türkçe'ye çevrildiğinde saçmasapan bir hale gelen howthorne blossom'dan oluşuyor. Benim tenime yakışmadığı için üzüldüğüm bir koku. Isles Lointaines ise uzak adalar gibi kokuyor gerçekten de. Siz hayal edin, sonra bir bakın bakalım hayalinizdeki uzak ada öyle mi kokuyor...














Maison Francis Kurkdjian, butikte bulabileceğiniz başka bir kült parfüm evi. Kurkdjian, gelmiş geçmiş en net ve iddialı parfümerlerden biri olarak tanınıyor. Bu da haklı bir ün. Bir alt fotoğrafta gördüğünüz Lumiére Noire, aslen Catherine Deneuve için yaratılmış, daha sonra özel izinle koleksiyona dahil edilmiş. Müthiş bir parfüm.












Keşfetmemiş olduğum ve bir de İsviçre meselesine çok şaşırdığım için (evet, biliyorum tüm parfüm dünyası tapınıyor bu çakı memleketine ama ne bileyim... ben parfümü hep Fransızlara hediye etmek istiyorum) YS. UZAC koleksiyonu da beni benden aldı. Aslen müzisyen olan Vincent Micotti'nin yaratıcılığına şapkamı defalarca çıkardım. Hayalleri canlı tutmanın yolunun delilik olduğunu düşünüyormuş, işte zaten anlaştığımız şu cümlesinden belli.
























Kokusuz bir çiçek olarak kabul edilen laleye, (tabii ki beyaz lale, başka rengi mi var ki onun) çok farklı, çok dominant bir kış yorumu getirmiş Micotti. Lalenin öyle koktuğunu hayal etmiş. Bergamut, safran, pembe biber ve kadifemsi kayısı, şişenin üzerinde yazan 'Dominante Blanche?' sorusunun yanına kocaman bir 'evet!!!' yazdırıyor. Tenimde henüz denemedim. Denemekten de korkuyorum. Ya bir saniyemi bile onsuz geçirmek istemezsem?!?


Parfüm dünyasında şu son yıllarda karşımıza çıkan 'dominant beyaz' hikayesi de pek hoşuma gidiyor. Normalde beyazın temiz, saf, hafif bir şey olması beklenirken, bu müthiş yaratıcı parfümerler, bizlere yoğun, etkili, feminen formüller hediye ediyor. Beyazın ağırlığı siyahtan çok daha fazladır bana kalırsa... Benim de kafamdaki beyaz, dominant ve dik başlı. Öyle serin, hafif, mentollü bir şey değil. 










İnsanın aklına bir şakayı ya da büyüyü getiren Pohadka, ateş, rüzgar ve buna bağlı olarak kül etrafında dönüyor. Eğer ki benim gibi isli puslu kokular konusunda hevesliyseniz bu parfümü mutlaka denemeniz lazım. Herkese göre değil ve bu yüzden çok daha güzel. Taze çimen ve sarı tütün, isli vanilya ve yasemin başrolde. Micotti, bu parfümü Lavaux'daki bağ evinde geçirdiği bir sonbahar akşamını düşünerek tasarlamış. Gökyüzünün hafifçe islendiği, müthiş bir anı parfüm olarak teninizde taşıdığınızı düşünün.




































La Déesse'in kadife perdelerini izleyip içeri süzüldüğünüzde (randevusuz süzülemiyorsunuz ama) kendi parfümünüzü yaratmak gibi hoş bir aktiviteye doğru ilerliyorsunuz. Bu konuyu başka bir yerde deşmeyi planladığım için sessizliğimi koruyorum. Eğitimli bir parfümer olan Ilgım, işte bu seans sırasında devreye giriyor ve 'kör test' denen, burun odaklı bir parfüm arayışında sizi yönlendiriyor.

Ben, dayanamadım Birgül Ulucan Öztürk'e birkaç da soru sordum. İşte cevaplar.

La Déesse'in kurulma hikayesini merak ediyorum.
Ortağım Ilgım'la birlikte yaklaşık 1,5 sene önce şirketimizi kurduk, Parfüm Tasarım Atölyesi. Ilgım zaten parfümer ve bu alanda uzun süredir çalışıyordu. Ben de uzun süren perakende ve satış alanında tecrübe edinmistim. Birlikte şirketimizi kurarak İspanyol bir esans firmasının Türkiye distribütörlüğünü aldık. Bu şekilde parfümeri dünyasının yüksek hacimli tarafına adım attık ama en başından beri aklımızda olan, Türkiye'de henüz yer edinememiş, bizim gönlümüzde taht kurmuş niş markaları bir araya toplayabileceğimiz bir butik açmaktı. Aralık ayında Nişantaşı'nda açılan butiğimiz La Déesse için ön çalışmalarımız 6 ay kadar sürdü. Floransa'da yapılan Fragranze Niş Parfümeri fuarında ve Cannes'da yapılan Duty Free fuarında Türkiye'ye getirmek istediğimiz markalarla toplantılar ve sunumlarımızı gerçekleştirdik ve onları ikna ettik. Çünkü niş markaların tek kaygısı ticari olmadığı için, çalışacakları kişilerin onlarla aynı vizyona sahip oldukları konusunda ikna olmaları gerekiyor. Sonrasında marka kimlik çalışmasını Haluk Erkmen'le yaptık, mağaza dekorasyonu için Metin Adıgüzel'le çalıştık ve kapılarımızı 20 Aralık'ta açtık.



Bugüne kadar sizi en çok etkileyen, bu işi yapmanız için sizi cesaretlendiren, gizliden gizliye ilham veren parfümer kimdir?
Olivia Giacobetti'nin sade ama bir o kadar etkileyici ve akılda kalıcı tasarımlarını çok beğeniyorum. Francis Kurkdjian beni he zaman şaşırtıyor, henüz 24 yaşındayken YSL Le Male'i tasarlamış olması zaten parfümeri dünyasının dahisi olarak kendine yer edinmesini sağlamış. Bir de kendisi parfümer olmasa da Frederic Malle'in ortaya çıkardığı konsept, birer sanatçı olan parfümerlere istediklerini yaratabilecekleri boş bir tuval vermesi bence çok yaratıcı! Mağazalarındaki sıcaklık ve sizde yarattığı daha da çok keşfetme isteği La Déesse'i yaratırken bana çok ilham verdi.


Ortağınızla iş bölümünü nasıl yapıyorsunuz?
Ilgım kişilerin kendi kokularını yaratabilecekleri workshop'lardan ve önümüzdeki aylarda başlayacağımız Bespoke tasarım'lardan sorumlu. Ben markanın PR, marketing, mağazada taşıdığımız markalarla iletişim ve mağazanın genel operasyonundan sorumluyum.


La Déesse'in şimdilik en popüler ve en ilgi çeken parfümü hangisi?
Ormonde Jayne'den Ormonde Woman ve Maison Francis Kurkdjian'dan Lumiére Noir.


Siz hangi parfümü kullanıyorsunuz?
Keiko Mecheri'den Isles Lointaines kullanıyorum.


Kendiniz için bir parfüm siparişi verseydiniz onu nasıl tarif ederdiniz?
Bir bahar gününde, küçük ve şirin bir leylak bahçesinde çayımı yudumladığım anı temsil edecek bir koku isterdim.


Maison Francis Kurkdjian'ın yeni lansmanı Oud hakkında neler düşünüyorsunuz? Değişik bir yorum olmuş.
Oud biliyorsunuz çağımızın en nadir bulunan ve en pahalı doğal hammaddesi. Francis Kurkdjian'ın tasarımında Oud'un oryantal havasının batı modernliği ile birleştirmesi bence çok güzel olmuş. Oud içeren kokular genelde Doğu kültürlerini cezbederken, bu tasarımın birçok Batı ülkelerinde de beğenileceğini düşünüyorum.


La Déesse L'Art Du Parfum
Teşvikiye Cad. No:113/2 Nişantaşı
Tel: 0212 230 00 22
www.ladeesse.com.tr



23.2.12

-Hello Flawless Oxygen Wow -Hello Ayşecan






















Yorgun olduğunuz ve olduğunuz gibi göründüğünüz bir akşam, evinizin kapısından içeri girdiğinizde karşınızda bir adet Benefit torbası (bu güzelliğe torba demek de istemiyorum, Benefit kağıt çanta olarak bahsedeceğim kendisinden) sizi bekliyorsa... İşte o zaman her şey yoluna girecek demektir.


Hello Flawless Oxygen Wow'la ilgili heyecanımı sizlerle daha önce paylaşmıştım ve ne mutlu bana, heyecanlanmakta haklıymışım. Oxygen Hydrating Complex denen mucize, adeta cilt bakımı yapıyor. Dayanamayarak günden kalmış makyajımın üzerine incecik bir tabaka sürdüm, o bitmişliği bir güzel örttü. Parlama yapmadı. Cildimi ne ıslakmışçasına pırıl pırıl ne de kuru gösterdi.


Hücrelerin nefes almasına izin veren bir fondöten sürdüğünüzde hem cildinize büyük bir iyilik yapmış oluyorsunuz hem de o 'beton' görüntüyü engellemeniz kolaylaşıyor. HFOW, çevresel faktörlere ve strese karşı cildinizi koruyor. SPF 25'i de unutmayalım. Yaşlanma karşıtı C ve E vitaminleri de bonus.

Benim için fondötende en önemli detaylardan biri de pompa. O pompanın üzerine iki kere bastırdığınızda, yeterli ürünü parmaklarınızda bulmanız gerek. Benefit, bu konuyu da halletmiş.


Eğer ki Hello Flawless pudrayı daha önce kullandıysanız, bu fondöten hakkında ikna edilmeye zaten ihtiyaç duymuyorsunuz demektir.


Rana benim için Petal (I'm Plush & Precious), Ivory (I'm Pure 4 Sure) ve Honey'i (I'm So Money) uygun görmüş. Fotoğrafta bu birbirine çok yakın renkler arasındaki farkı görebileniniz var mı bilmiyorum. Ciltler arasındaki çeyrek ton farkı için bile ayrı bir renk mevcut seride. Flawless pudrada da bu durum aynıydı. Hatta ben yazın cildim bronzlaştığında üçlü serinin orta koyuluktaki tonunu, iyice karardığında ise en koyusunu kullanmıştım.



Hello Flawless Oxygen Wow, ister fırçayla ister parmakla uygulanabilecek, incecik bir yapıya sahip. Rötuş konusunda da zorlanacağınızı sanmıyorum. Bu kadar ince yapılı fondötenlerin en büyük artısı, gün içinde tazeleme şansınızın (eğer ki ihtiyaç duyarsanız) olması.


Çok yakında Sephora raflarında yerini alacak bu müthiş ürünü kaçırmayın derim.





22.2.12

Bir önceki yazıda YSL demişken...



























Markanın yeni 'oje düeti' pek hoş. Nane yeşili ve çikolata rengini bir araya getiren La Laque Manucure Couture Duo No 7'yi sabırsızlıkla bekliyorum. Belki bu bekleyişim kısa sürer, yarın hemen bir kozmetik canavarı kesilirim...


Ciao bella! Come va?







































Biraz hain bir yorumla başlamak isterim Gucci Sonbahar/Kış 2012 defilesi saç/makyaj raporuma: Rachel Zoe (ismini Nicole Richie gibi ünlüleri giydirerek duyurdu, hani şimdilerde kendi televizyon şovunu da yapmakta) Natasha Poly'nin şu 'Milanese Rapunzel' halini görseydi (tabii ki de görmüştür ve belki de bu benzerliğin podyumda yürümesinde payı bile vardır) kıskançlık alevleriyle yanar kavrulur ve en değerli Chanel elbisesini iki saniyede parçalardı. Çünkü şu yukarıda gördüğünüz, seksapelinin her damlasını uzun uzun içine çeken kadın tipolojisi, Zoe'nin olmak için çırpındığı şeyin ta kendisi.


Dedikoduya son vererek, içinde şarap rengi ruj, beyaz göz kalemi, aydınlık/gölge oyunu, rengi açılmış kaş gibi doksanlarda rastladığımız tüm klişe güzellik oyunlarından parçalar barındıran Gucci makyajına geçiyorum. Dudaklardaki 'plastik fantastik' etkinin gücü, bu sezon YSL'in piyasaya sürdüğü Rouge Pur Couture Vernis à Lévres'le tescillenmişti zaten. Kırmızının üzerine bir kat siyah ya da kopkoyu mor geçerek elde edebileceğiniz bir ruj rengi bu. İçinde yaşaması pek kolay değil; yemek yerken, bir şey içerken ve hatta konuşurken sürekli 'dişime mi yapıştı', 'dağıldı mı acaba' gibi kaygılar yaşayabilirsiniz.


Gözün içine çekilen bembeyaz göz kalemi, mavi ve yeşil gözlerde muhteşem bir aydınlık yaratıyor, evet. Ancak eğer kahverengi ya da siyah gözlüyseniz beyaz yerine buzlu lila ya da pudra rengi gibi bir seçeneğe yönlenmelisiniz.


Bu makyajın en mühim noktası, tüm makyajbilirlerin en sevdiği şey: Gölgelendirme. Natasha Poly'nin elmacık kemiklerinin hemen altından geçen bronz gölgeye dikkat! Alnı, göz altı, burun kemiğinin hemen üzeri, dudak üstü ve göz pınarlarında ise abartılı bir aydınlık mevcut.




























İtiraf etmem gerekiyor: Tüm kısa saç propagandalarıma rağmen bu 'yarım at kuyruklu Rapunzel' modelini çok beğendim. Özellikle hemen altta görülen tersine gölgelendirme (uçlar diplerden daha koyu renkte) bu saça çok yakışmış.




























Pudranızla gölgelendirme yaparken amacınızın (eğer ki gerçek bir Gucci kızı olmanın peşindeyseniz) porselen bir cilt yaratmak olduğunu unutmayın. Cildinizde iki uç tonun belirmesine fırsat vermeyin. Geçişler yumuşak, çıplak gözle fark edilmez olmalı.




Buyrun bu da bonus: